PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Gayr-İ Müslimler


ilkim111
04-24-2009, 12:34 AM
XV. yüzyıl ortalarına kadar olmak üzere biri Rumeli’de, diğeri de Anadolu’da iki beylerbeyliğe ayrılan Osmanlı toprakları, aynı zamanda özellikle Anadolu’da şehzâde sancakları ile, Rumeli’de de akıncı sancakbeylerinin idâresinde bulunan sancaklara ayrılmış bulunuyordu. XVI. yüzyıl ortalarına doğru istikrarlı bir duruma gelen Osmanlı taşra teşkilâtı Erzurum, Diyarbakır, Van, Dulkadiriye, Halep, Suriye, Trablusşam, Şehrizor, Mısır, Yemen, Basra ve Budin ile Tameşvar gibi eyâletlerle yönetilir hale gelmişti. Kuzey Afrika’da da Cezâyir ile bu tarihlerde buraya tâbi olarak idare edilen Tunus ve Trablus-garb imtiyazlı birer sancak halinde idiler.

1453 yılında İstanbul’un fethi ve daha sonraları Konya ve Kastamonu gibi Anadolu’daki diğer güç merkezlerinin de Osmanlılara geçmesi sonucunda değişik yerlerdeki bir çok bilgin ve düşünürün devlet merkezi olan İstanbul’a gelmeleri, burayı bir ilim ve kültür merkezi hâline dönüştürdü. Fâtih Sultan Mehmed’in ilmî hüviyeti ve ilim adamlarını himaye eylemesi, ülkede hür düşünce ortamını da geliştirdi. İlmî tartışmalarda ancak ilimde otorite olanlara itibar ve iltifât edilmesi buraya ilim adamlarını çekti. Böylece hem İstanbul’da, hem de Osmanlı’nın diğer şehirlerinde kültürel zenginleşme oldu.

Bununla birlikte XV. yüzyıl ortalarına kadar yapılmış olan gerek Türkiye Selçukluları’ndan, gerek Beyliklerden kalan câmi, imaret, dâru’ş-şifâ, kervansaray ile zâviye ve medreselere ilâveten XV. yüzyıl ortalarına doğru bir de umûmî kütüphâneler eklenmiştir. Bu türlü sosyal kuruluşlarla müesseselere, Osmanlı devletinin sınırları genişledikçe yenileri ilave olmuş, böylece Türk mimârisinde de önemli bir yükseliş meydana gelmiştir.

Osmanlı devleti kurulduğu sıralarda, çevresindeki beyliklerde, Türkiye Selçukluları zamanından beri devam edip gelen iktisâdî faâliyet ve gelenekler sürüp gidiyordu. Osmanlı beyliğinin öncelikle Marmara ve Rumeli taraflarına doğru genişlemesi ve Bizanslılar’ın önemli şehirleri arasında yer alan Bursa, İznik ve İzmit ile Gelibolu yöresinin alınması, Türklerin bu bölgelerdeki iktisâdi durumdan faydalanmalarını sağladı. Özellikle Bursa’nın önemi, bir iktisâdî merkez olarak, Bizans devrindekine göre daha da arttı. Her türlü araç gereç ve bunların yanında ipek, yün ve pamuklu kumaşlar, beyaz sabunlar yabancı tüccarlar tarafından satın alınıyordu. Suriye’den kaba ipek getiren ticâret kervanları veya hac kafileleriyle Ceneviz, Floransa ve İspanya tüccarları her türlü kolaylıkla alış-verişlerini yapıyorlardı; pirinç boldu, Karamürsel, Kartal ve Pendik gibi bölgelerde Türk halıları dokunuyordu(141).

Osmanlı sınırları genişledikçe Anadolu beyliklerinden alınan şehir, kasaba ve köylerdeki halk da Osmanlı idâresine giriyordu. Bunlarla beraber, halkın yaptıkları işler ve sahip oldukları müesseseler de Osmanlı müessesesi olarak devâm ediyordu. Bu arada, Osmanlı şehirleri tıpkı Selçuklu şehirleri gibi gelişiyordu. Değerli meslektaşım Prof. Dr. Osman Çetin bir Selçuklu şehrinin fethedildikten sonra nasıl Türk şehri haline geldiğini şöylece anlatıyor ki, bu daha sonra Osmanlı şehirciliğinin de örneği olacak bir uygulama olduğu için burada aynen nakletmeyi yararlı buluyoruz: “Sinop h.611/m.1214 yılında Sultan I. İzzeddin Keykâvus tarafından fethedildi. Şehir alınınca hemen vali ve dizdar tayin edildi. Kadı, imam ve müezzinler gönderildi. Kaleye asker konuldu. Devlet işlerini yürütecek personel, aileleri ile birlikte şehre yerleşti. Türklere mukavemet edenlerle gönüllü olarak şehirden ayrılmak isteyenler Samsun taraflarına gönderilerek iskân edildi. Bu tehcir olayı şehrin nüfusunu azaltmıştı. Nüfusu çoğaltmak ve şehri bir Türk ve İslâm beldesi haline getirmek için boş kalan evler, sahipsiz kalan bağ, bağçe ve tarlalar Anadolu’dan gönüllü olarak Sinop’a gelenlere dağıtıldı. Bu gönüllüler genellikle yoksul insanlar ve şehirlere yerleşmek isteyen göçebelerdi. Keykâvus bütün bunları Sinop’un türkleşmesi ve islâmlaşması bakımından yeterli görmedi. Ekonomik hâkimiyet gerçekleştirilmeden istediği sonuca ulaşamayacağını düşünerek bir ferman yayınladı ve Konya, Kayseri, Kırşehir, Sivas, Tokat gibi Anadolu şehirlerinden zengin tacirlerin Sinop’a gönderilmesini istedi. Böylece Sinop üç-beş sene içinde her şeyi ile bir Türk ve İslâm şehri haline geldi.

Bu örnek bize, şehirlerin başlıca şu üç merhaleden geçerek türkleşip islâmlaştığını gösteriyor:

1. Devlet hâkimiyetini sağlamak ve etkin bir yönetim kurmak için Türk bürokratlarının aileleriyle beraber şehirlere yerleşmeleri, serbest veya mecburî iskânlarla şehirlerin Türk ve müslüman nüfusunun artırılması.

2. Cami, tekke, medrese, dârüşşifa, han, hamam, imaret gibi vakıf müesseseleri ile kültür hâkimiyetinin sağlanması ve buna bağlı olarak türkleşme ve islâmlaşmanın hızlandırılması.

3. Ekonomik hâkimiyetin elde edilmesi, esnafın artırılması suretiyle yeni Türk kitlelerinin şehre çekilmesi, böylece yerli unsurun yoğunluğunun azaltılarak eritilmeye çalışılması. Özellikle Ahi esnaf kuruluşunun organizasyonu ile ticaret ve sanayiin Türklerin kontrolüne geçmesi.”(142)

Bu merhaleye bir dördüncüsünü de eklemek gerekir. Her ne kadar sayın Çetin’in kanaatinin aksine de olsa, o da, söz konusu şehirlerdeki yerli halk yoğunluğunun korunmaya çalışılmış olmasıdır. Bundan önceki bölümde de örnekleri ile gösterdiğimiz gibi kuruluş döneminde Osmanlılar, fethettikleri şehirlerin gayr-i müslim halkını kollayıp korumuş ve şehirde kalmak isteyenlerine gâyet itibâr ve iltifat etmek suretiyle şehirlerinin daha da şenlenmeleri için gerekli tedbirleri almışlardır. Şehirden kendi arzuları ile ayrılıp gitmek isteyenleri bırakmışlar, fakat kalanlara iktisâdî ve içtimaî imkânlar sağlayarak, rahat içinde yaşayabilmeleri için gerekli tedbirleri almışlardır. Bu durumu gören bir çok kimse ya gitmekten vazgeçmiş, ya da daha sonra şehre geri dönmüştür.

Buna bir örnek olmak üzere Selçuklular’dan Osmanlılar’a intikâl etmiş olan Kayseri, Sivas ve Konya gibi belli başlı şehirlerin gayr-i müslim nüfuslarının varlığını devam ettirdiklerini gösteren istatistikî bilgileri görelim.

1584’te Kayseri’de 6573 müslim, 1979 gayr-i müslim olmak üzere toplam 8549 vergi nüfusu mevcuttu... Yaklaşık 40-45.000 nüfus yaşıyordu... Nüfusun yaklaşık 10.000 (on bin) kadarı 1/4’ü) gayr-i müslim idi. Bunların da 3375 kadarını (675x5) Ermeniler teşkil ediyordu. Deftere Cemaat-ı Rûmiyân adı ile kaydedilen ve sayıları bini (204 vergi nüfusu itibârıyle) geçen gayr-ı müslimler ise Türk asıllı idi... Kayseri Mahkeme Sicillerinde XVI. yüzyıldan itibaren ihtidâ eden ve Karakeçili oldukları açıkça belirtilmiş olan hıristiyan Türkler’e rastlanır. Hıristiyan Türkler’in Bizans zamanında Anadolu’ya nakledilmiş ve Ortodoks ve Ermeni kiliselerine intisap ettiklerinden dolayı bazılarının da Rum ve Ermeni adını almış hıristiyan Türkler olduğu şüphesizdir. Bunlar, muhtemelen Peçenek asıllı idiler(143).

Aradan dört asır geçtiği halde durumun değişmediğini ve XIX. yüzyılda Kayseri’de yine gayr-i müslimlerin yaşamaya devam ettiklerini görüyoruz:

Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşiv Daire Başkanlığı Nüfus Kalemindeki Kâmil Kepeci tasnifinde bulunan Kayseri Müfredat Defterinden edinilen bilgiye göre XIX. yüzyılda Kayseri’de yetmiş beş (75) mahalle vardı. Bu mahallelerin otuz altısında müslümanlar, ikisinde Rumlar ve on yedisinde de Ermeniler yaşıyorlardı. Geriye kalan yirmi mahallenin üçünde Rumlarla müslümanlar, birinde de yine müslümanlarla Ermeni ve Rumlar, diğer sekiz mahallede ise Rumlarla Ermeniler birlikte yaşıyorlardı(144).

Aynı yüzyılda Kayseri’ye bağlı köylerde de durum farklı değildi. Yine gayr-i müslimlerle müslümanlar müstakil mahallelerde yaşadıkları gibi, aynı mahallede de müşterek, yani bir arada yaşıyorlardı.

Evliya Çelebi XVII. asır ortalarında Sivas’dan geçmiştir. Seyahatnâmesi’nde Sivas hakkında verdiği bilgiler arasında, Sivas’taki 44 mahalle içinde Ermeni ve Rum mahallelerinin de bulunduğunu kaydetmektedir. Gerçi Avrupalı seyyahlar birbirini tutmayan sayılarla Sivas’ın nüfusu hakkında çok net tahminler vermeseler de, XIX. yüzyılın sonunda, Sivas’ın 30.000 ilâ 40.000 arasında değişen nüfusa sahip olduğu görülmektedir. Bu nüfusta hâlâ Sivas’ta oturmakta olan dörtte bir nispetinde Ermeni ve Rum nüfusunun varlığından söz edilmektedir(145).

XIX. yüzyıl kaynaklarında Sivas gibi Konya’da da gayr-i müslim nüfusun varlığı görülmektedir. Gerçi, XIX. yüzyılın başlarında Konya’nın nüfusu oldukça azalmışsa da bu yüzyılın sonlarına doğru gittikçe artmış olan bir nüfustan bahsedilmektedir. Bu nüfus içinde Rum ve Ermeni nüfus da vardır. Hatta hemen Konya’nın 10 km. uzağında bulunan Sille’de bu nüfus oranı neredeyse yüzde elli Rum nüfusa karşılık yüzde elli müslüman olarak gösterilmektedir. Buna rağmen Konya’nın içindeki nüfusta bu kadar bu kadar eşit bir nüfusun varlığından söz edilemezse de, yine de onda bir oranında gayr-i müslim vardır denebilir(146).

Her üçü de Türkiye Selçuklularının büyük şehirlerinden olan ve Konya ile Kayseri’nin aynı zamanda merkez olarak seçildiği büyük şehirlerinden ikisi durumunda olan bu şehirlerde, mevcut nüfus oranında değişmeler olmuştur. Ancak bu değişmelerin çok hızlı olduğu söylenemez. Şehrin iktisâdî bakımdan önemsendiği devirlerde, Osmanlılara kadar gelen yapısında, gayr-i müslimler dâima olagelmişlerdir. Bunlar Selçuklular devrinde olduğu gibi müslümanlarla bir arada yaşamaya devam etmişlerdir.

1. Belli Başlı Osmanlı Şehirlerindeki Gayr-i Müslimler

Bundan önceki bölümde de görüldüğü gibi, Osmanlı fetihleri genişledikçe yeni yeni şehirler Osmanlı idaresine girmiş ve ortak yeni tip Osmanlı şehirleri vücut bulmuştur. Bu şehirlerin tipik özelliği, önceleri hiç bulunmayan veya pek az bulunan müslüman azınlığa karşı gayr-i müslim nüfusun hem varlığını korumuş olmaları, hem de artan müslüman nüfusa karşılık, yer yer gayr-i müslimlerin de nüfuslarını arttırmış olmalarıdır. Burada örnek olmak üzere Osmanlıların belli başlı şehirlerinden Bursa, Edirne ve İstanbul’u ele alarak, bu şehirlerde artan müslüman nüfusla beraber, gayr-i müslim nüfusun da mevcûdiyetini göreceğiz.

a) Bursa

Osman Gâzî’nin fethinden sonra, boşalmış olan evlere Türklerin yerleştirildiğini belirten tarihlerden(147), daha sonra Bursa’nın şenlendirilmesi bâbında alınmış olan tedbirleri de öğreniyoruz(148). Bunlar arasında; imâretler, medreseler, su yolları, hanlar yaptırarak ıssız yerleri şenlendiren Orhan Gâzî, ilim ehlini de Bursa’ya yerleşmeye teşvik etti. Hatta; “âlimler ve fakirler Orhan zamanında müreffeh oldular, hatta zekât verecek kimse bulunmaz oldu...”(149) Müslüman Türk nüfusun da yerleşmesi ile Bursa’nın hem eskiden mevcut, fakat boş olan evleri dolmuş oldu, hem de yeni yerleşim yerleri kurularak Bursa daha da zenginleşmiş oldu. Bunun sonucu olarak da ticârî faaliyetler arttığı gibi, sosyal kurumların da şehrin güven ortamını arttırdığı söylenebilir.

Nitekim Evliya Çelebi’nin verdiği bilgilerden, XVII. yüzyılda Bursa’da 176 müslüman, 9 Rum, 7 Ermeni, 6 Yahudi, bir Kıptî ve bir de miskinler mahallesi olmak üzere, toplam iki yüz mahallenin olduğu anlaşılmaktadır. Bu bilgilerden de anlaşılacağı üzere, Osmanlı Bursa’sının nüfus yoğunluğunu müslümanlar teşkil etmekle beraber, gayr-i müslimler de hatırı sayılır bir yoğunluğa sahiptirler.

Gayr-i müslimlerden hıristiyanlar; Rum ve Ermeni nüfusun çoğunlukta olduğu diğer farklı hıristiyan zümrelerden müteşekkildi. Diğer gayr-i müslimler de yahudilerdi.

Bunlardan rumlar, Evliya Çelebi’nin de bildirdiği dokuz Rum mahallesinden bir kısmı Hisar’ın arkasında, bazıları da Çakırhamam ile Altıparmak semtleri arasında oturuyorlardı. Altıparmak da bir hıristiyan mahallesiydi. Bursa hıristiyanları arasında kesafet bakımından ikinci sırayı Ermeniler alıyordu. Bunlar da Rumlar gibi Bursa’nın muhtelif mahallelerine dağılmış durumdaydılar. Yine Evliya Çelebi’nin yedi ermeni mahallesinden bahsetmiş olması XVII. yüzyılda, Bursa’daki ermeni nüfusu hakkında bir tahmin yürütmemize imkân verir. Fetih sırasında şehirde sâdece rumlar olduğu bilindiğine göre, ermeniler Bursa’ya Osmanlı fethinden sonra gelip yerleşmiş hıristiyan gruplardandır. Rumlar ve Ermenilerden ayrı, ister esir olarak veya isterse başka yollarla Bursa’ya gelmiş olsunlar, çeşitli milletlerden bolca hıristiyan nüfusunun varlığından da söz edilebilir(150).

Bu gayr-i müslim kitlenin cizye ile ilgili yükümlülüklerini yerine getirmek şartıyla, devletin himâyesinden yararlanmaları sebebiyle rahat bir hayat yaşadıkları görülmektedir. Günlük işlerini rahatlıkla sürdürmüşler, alış verişlerini, ticâretlerini rahatça yapmışlardır. Dinî hayatları da son derece serbest bir şekilde idi. İbâdetlerini serbestçe yerine getirebildikleri gibi, kiliseleri ile ilgili vakıflar kurmuşlar ve bu kiliselerine bağlı köyler, tarlalar ve evler bağışlamak suretiyle mâbedlerinin ve dinî hayatlarının devamına imkân sağlamışlardır. Bunların vakıflarının da müslüman vakıfları gibi teftiş ve kontrol edilerek muhâsebe defterlerine işlenmiş olduğunun görülmesi, bunlara müslümanlardan farklı bir muâmele yapılmadığını da söylememize imkân vermektedir(151).

Hıristiyanların yanında Bursa’da Yahudi varlığından bahseden kaynaklar, bunların varlığını milattan önceki tarihlere kadar götürmekte iseler de, bunların nüfus bakımından çok yoğun oldukları söylenemez. Zira, Osmanlı fethinden sonra Bursa’ya dönen yahudi nüfusu ile daha sonra gelip yerleşen nüfusun çok fazla olmadığını Evliya Çelebi’nin kaydından da anlıyoruz.

Osman Çetin’in verdiği mukâyeseli bilgilerden yahudi nüfusunun artışının değişik tarihlerdeki kayıtlarda açıkça görüldüğü söylenebilir. 1492’de İspanya’dan yahudilerin kovulmaları sonucu, II. Bayezid ile Kanunî zamanlarında Osmanlı topraklarına yoğun bir yahudi göçünün olduğunu biliyoruz. İşte 1487 yılı Tahrir Defterinde hiç yahudi nüfus kaydedilmediği halde, 1521 yılında yüz on yedi (117), 1573’de üç yüz sekiz (308) avârız hânesi kaydedilmiş olması Bursa’da yahudi nüfusunun artışını açıkça göstermektedir. İşte Bursa’da teşekkül eden yahudi mahallelerinin 1492’den sonraki göçlerden sonra arttığını söylemek mümkündür. Bursa şeriyye sicillerinde rastlanan yahudi cemaatine âit isimler, büyük bir ihtimalle bu göçler sonucu değişik yerlerden gelen ve kendilerini diğer yahudilerden ayrı gören yahudilere âittir. 1573 tarihi Tahrir Defterinde Kuruçeşme yahudilerinden 121 hânenin Bâber(?), 7 hânenin de Gıruz cemaatine mensup oldukları ve bunların en az yirmi yıl önce Balıkesir’den gelmiş oldukları belirtilmiştir(152).

Bursa’ya yerleşen yahudilerin burada bir cemaat oluşturduktan sonra Sultan’ın fermanıyla bir havra inşa izni ile ayrı bir mahallede oturma izni almaları, onların Bursa’da rahat bir yaşayışa kavuştuklarını gösterir. Bu durum bize Bursa’nın Osmanlılar zamanında çoğunluğunu müslümanlar teşkil etse bile, bu şehre gayr-i müslimlerin rağbet ettikleri, burada rahat yaşadıkları ve serbestçe dinî faaliyetlerini sürdürdükleri bir şehir olduğunu göstermektedir.

b) Edirne

Bursa’dan sonra İstanbul’un fethi yılına kadar (1453) Osmanlı Devleti’nin başşehri olan Edirne, 1361 yılında Murad Hüdâvendigâr tarafından fethedildiği zaman Meriç nehri kenarında ve kale içinde kurulmuş iki üç kilise ile beş on mahalleden ibâret küçük bir şehirdi. Osmanlılar’ın eline geçtikten sonra kısa zamanda câmîler, saraylar, köprüler, kervansaraylar, han, hamam, dâru’ş-şifâ ve imâretlerle zenginleşerek büyüyüp gelişmiş ve canlı bir merkez hâline gelmiştir.

Edirne’nin önemi Yıldırım’ın vefâtından sonra şehzâdeler arasındaki mücâdeleler döneminde artmıştır. Murad II. devrinde de Edirne’nin daha da şenlendiği görülmektedir. XVI. yüzyılda ise Edirne daha da gelişmiş ve bir çok mimârî eserle donanmıştır. XVII. yüzyıl ise, Edirne için daha da önem taşımaktadır. Zira, bir ara ihmâle uğrayan Edirne, Ahmed I. den itibaren bütün pâdişahların gittikçe alâka gösterdikleri bir şehir hâline gelmiştir. Ancak XVII. yüzyılın sonlarına doğru uğranılan bozgunlar Edirne’nin de rahat ve huzurunu kaçırmıştır. Edirne’nin XVII. yüzyılda en geniş sınırlarına ulaştığı söylenebilir. XVIII. yüzyılın ortalarından itibaren şehir geniş mahalleleri ve mamur semtleri ile giderek terk edilmeye başlanmıştır.

Edirne’nin belli başlı mahallelerinden olan Kale-İçi’nde, XVI. asrın başlarında on müslüman mahallesi olduğu bilinmektedir. 978/1570-1571 tarihli Tapu Tahrir Defterlerinde Edirne’de 180 mahalle gösterilmiştir. Bu mahallelerden 144’ünde müslümanlar, 18’inde gebrân (gayr-i müslim) ahâli oturmaktadır. Mahallelerde yazılmayıp cemaat olarak kaydedilen 12 de yahudi cemaatı bulunmaktadır(153). Evliya Çelebi 1063/1653 yılında ikisi müslüman, dördü yahudi ve onu Rumlara âit olmak üzere on altı mahalle bulunduğunu kaydetmektedir(154). Gayr-i müslim ahâlinin ağırlıklı olarak yerleştikleri yerler Edirne kalesi ile Aina bölgesidir.

Edirne’nin Lâlâ Şahin Paşa’ya sulh yoluyla teslim olan şehir halkı bunun karşılığı olarak İslâm hukukuna göre surlar içinde oturma hakkını elde etmişlerdir. Müslümanlarla gayr-i müslimlerin ayrı ayrı yerlerde değil, aynı mahallelerde oturdukları da oluyordu. Türklerin oturdukları mahallelerde hıristiyanlar, hıristiyanların oturduklarında da Türkler bulunuyordu. Nitekim Edirne’de kale surları dışında da; Hamam-ı Abdullah Bey, Kalamolâri, Ayo Nikola ve Arhi İstirankos mahallelerinde hıristiyan ahâli oturduğu bilindiğine göre, onların sâdece kale içinde oturduklarını düşünmemek gerekir. Kale içinde oturanlara âit mahallelerin sayısının Tahrir Defterlerine göre müslümanlar için beş, hıristiyanlar için on beş olmak üzere yirmi mahalle olduğu görülmektedir(155).

XV. yüzyılda Avrupa’dan kovulmuş olan yahudilerin sığındıkları bir ülke olarak Osmanlı şehirlerine gelip yerleştiklerini yukarıda da belirtmiştik. Değişik ülkelerden Osmanlılara sığınmak üzere gelen yahudi göçleri uzun yıllar sürmüştür. II. Murad devrinden itibaren Edirne’ye yerleşmeye başlayan yahudiler, Tapu Tahrir Defterlerine cemaat olarak yazılmışlardır. Bundan dolayı, yahudilerin hangi mahallelerde toplandıklarını söylemek mümkün görünmemektedir. Fetihten sonra Edirne’ye getirilen yahudilerin, kale dışında Türklerle birlikte aynı mahallelerde ya da kendilerine âit mahallelerde yerleşmiş oldukları söylenebilir. Nitekim, bu yahudi cemaatinden yüz kadar ailenin Hisar Üstü mahallesinde oturdukları, 980/1572 yılında çıkan yangında evlerinin yanmış olduğunun kaydedilmiş olmasından anlaşılmaktadır(156).

Tapu Tahrir Defterlerine göre XVI. yüzyılın ikinci yarısında Edirne kazasını çalışmış olan Ahmet Yiğit’in belirttiğine göre, Edirne’de hıristiyan ve yahudi hânelerinin toplamı, müslüman hânelerinin beşte biri oranındadır. Hıristiyan hânelerinin toplamı müslüman hânelerinin dokuzda biri, yahudi hânelerinin toplamı ise müslüman hânelerinin on birde biri kadardır. Edirne’de XVI. yüzyılın başında gebran ahâlinin müslümanlara oranı sekizde bir olduğuna göre, bu yüzyılın ikinci yarısında şehirde gayr-i müslim nüfus azalmıştır veya bir başka ifâde ile Edirne’de müslüman nüfus artmıştır(157). Bunun yanında, XVI. yüzyılda nüfusu sürekli artan şehirlerden biri olan Edirne oldukça önemli sayıda yahudi göçü de almıştır. Bu yahudilerin de Bursa’da olduğu gibi farklı ülkelerden gelmiş olmalarından veya farklı yahudi mezheplerinden birine mensup olmalarından olsa gerektir ki, ayrı ayrı mahallelere yerleşmiş oldukları görülmektedir.

c) İstanbul

İstanbul, tarih boyunca gelişmesini çok müstesnâ olan siyâsî, iktisâdî ve kültürel gelişmelere elverişli olan coğrafi konumuna borçludur. Bu yüzden asırlar içinde defâlarca muhâsara olunduğu gibi bir çok millet tarafından da işgâl edilmiş olan İstanbul, farklı kültürlere de kucak açmıştır. 1453 yılında Osmanlı pâdişâhı Mehmed II. tarafından fethedilerek, Sultan’a Fâtih ünvânını da kazandıran İstanbul fethi, yeni bir çağın açılışı olarak da nitelendirilmiştir. Sâdece Osmanlılar, Türkler ve İslâm dünyası için değil, Avrupalılar, hatta dünya tarihi bakımından da önemli hâdiselerin dönüm noktası kabul edilen bu fetih, tabiatiyle müslüman veya Osmanlılar ile gayr-i müslimler arasındaki ilişkiler yönüyle de değerlendirilmesi gereken olaylar bakımından da ele alınması gerekir.

İstanbul’un fethini tâkip eden günlerde, karışıklıklar önlendikten sonra, Pâdişah, saklananların ortaya çıkarılmalarını, herkesin şehirde serbest dolaşabilmeleri için gerekli tedbirin alınmasını emretmiştir. Ayrıca, kaçanların geri dönebileceklerini ve halkın hangi dinden olursa olsun dinleri ve gelenekleri gereğince yaşayışlarını sürdürebileceklerini ilân etmiştir. Bunun üzerine gizlenenler ve Galata’ya sığınanlar yerlerine dönmüşlerdir. Esirlerin de İstanbul’a yerleşmelerine imkân hazırlanmış ve onlara evler tahsis olunmuştur. Özellikle Latin kilisesi ile Ortodoks kilisesinin birleştirilmesine karşı olanlara da çok iyi davranılmıştır.

Fatih Sultan Mehmet şehirde derhâl imar faaliyetine girişmiş, câmi ve mescid sayısının arttırılması ve müslüman mahallelerin oluşması ile de meşgul olmuştur. Bunun yanında, hıristiyan halkla da meşgul olup, kiliselerden ayakta olan yıkılmamış ve faal olan bir kısmını onlara bırakmıştır. Zira, fetihten sonra şehrin içindeki kilise ve manastırlardan ancak bir ikisine ilk ihtiyaçlar için el konulmuştur. Bir kısmı da zâten harap hâlde olduklarından, öylece bırakılmışlardır. Mevcut kiliselerin de tamir edilmek suretiyle kullanılmalarına izin verilmiştir.

Bunun yanında boş olduğu tespit olunan patriklik makâmının doldurulması için gerekli tedbirleri aldırmasıyla, İstanbul’daki hıristiyan halkla hem yönetim, hem de yeni yerleşen müslümanların uyumlarını sağlama yolunda ciddî adımlar atılmış oluyordu. Böylece, İstanbul zaman içinde yeniden şenlenmeğe ve çeşitli dinlere mensup insanların bir arada yaşadıkları kalabalık bir şehir hâline gelmeye başlamıştır. Nitekim, hâlen Topkapı sarayı arşivinde bulunan İstanbul kadısı Mevlânâ Muhiddin ile İstanbul zâimi Mahmud tarafından 882/1477 yılı zilhiccesi başlarında düzenlenen; “Muhâsebe-i hânehân-i müselmân ve nasrâniyân ve yahûdiyân ve ermeniyân ve ğayrihim”(158) adı ile kayıtlı muhâsebe icmal defterlerinde verilen sayıların ayrı bir önemi vardır. Dükkanların kimlere âit oldukları gösterilmekle birlikte bu defterlerde evlerin sayıları da yazılmış bulunmaktadır. Buna göre, İstanbul ve Galata’da mevcut 9.735 türk ve müslüman ile 31 çingene müslüman evine karşılık, İstanbul ve Galata’da 3.743 rum, 818 ermeni (bunların 384’ü Karamanlı ermeni), 1.647 yahudi ve Galata’da 332 frenk evinin varlığı kaydedilmiştir.

Diğerlerine oranla müslümanların evi çok görünse de, gayr-i müslimlerin azımsanmayacak bir nüfusa sâhip oldukları söylenebilir. Zira her hâne üç kişi kabul edilirse, müslüman nüfus 29.229, gayr-i müslim nüfus ise 19.620, ortalama beş kişi kabul edildiğinde de, müslümanlar 48.765, gayr-i müslimler de 32.700 kişiye ulaşırlar ki, bu durum XV. Yüzyılın son çeyreğinde İstanbul’un nüfusunda müslümanlar karşısında gayr-i müslimlerin de hatırı sayılar bir yoğunluğa sâhip olduklarını gösterir.

İstanbul’da dinî cemaatlerin yerleştikleri semtlerin de, o dinî cemaatin dinlerine göre mahalle adı olarak verilmiş olduğunu Fâtih Vakfiyesinden öğrenmekteyiz. “Edirneli Yahudiler Mahallesi” bunun en belirgin örneğidir. Gerçi İstanbul’da hem hıristiyan ve yahudilerin, hem de müslümanların bir arada oturdukları mahallelerin daha Fâtih devrinde var olduğunu bu vakfiye bize açıkça göstermektedir. Hatta Fâtih’in müslümanlar için Vakıf eserler yaptırdığı gibi; hıristiyanlar için de kilise yaptırarak vakfettiğine dâir şu ifâde; şehir halkının tüm ihtiyaçlarını yöneticilerin dikkate aldıklarına güzel bir örnek olsa gerektir: “Seyyidi Ali Mahallesinde olan keniseyi Vakf buyurup evkâf-ı şerifelerine ilhak buyurmuşlardır.”(159)

Yukarıdaki bölümlerde de belirttiğimiz gibi gerek yahudi ve hıristiyanlar gibi gayr-i müslimler, gerekse müslümanlar bazı mahallelerde içiçe, yanyana yaşamışlardır. Fâtih’in h.875/m.1470 yılında yazdırdığı vakfiyesinde; Müslümanlardan ayrı olarak gayr-i müslim halkdan da söz edilmektedir. Gayr-i müslimlerin yaşadıkları bölgelerin vakıf olarak tahsis edildikleri belirtilirken; “İstanbul etrâfında olup ahâlisi kabûl-i zimmet eden karyelerden ve ehl-i islâmdan Devlet-i İslâmiyede müctemi´ olup sâye-nişîn-i devletleri olan karyelerden ba´zı sırf müslimîn, ba´zı sırf ehl-i zimmet otuz beş pâre karye...” şeklinde; müslümanların köylerinden, müslüman ve gayr-i müslimlerin karışık yaşadıkları köylerden ve sırf gayr-i müslimlerin köylerinden bahsedilmektedir. Meselâ, Çorlu nâhiyesine tâbi köyler sayılırken bu gayr-i müslim köylerin isimlerinin bile eski adları ile zikredildikleri görülmektedir(160).

Bu arada, özellikle yahudi isimleri ile müslüman isimlerinin benzerlikleri sebebiyle birbirleriyle karışmaması için Vakfiyede farklı imlâ kullanıldığını görmekteyiz. Meselâ; Musâ kelimesi, müslümanlar için sin’le yazılırken yahudiler için sad’la yazılmaktadır. Bu örnekleri arttırmak mümkündür. Bu durum, müslümanlarla gayr-i müslimlerin bir arada yaşadıklarına açık bir örnek olsa gerektir.

Şehrin yerleşmesinde meslek gruplarının da rol oynadığına yukarıda işaret etmiştik. Vakfiyeden elde ettiğimiz bilgilere dayanarak hazırladığımız aşağıdaki tabloda da bu durum açıkça görülmektedir(161).


Vakfiyenin MAHALLE ADI YERLEŞİM DURUMU

Sayfa No


100-101 Edirneli Yahudiler Mahallesi “Kavde nam avret” menzili


101 Aynı Mahalle Yahudilere âit iki menzil


102 Aynı mahalle “Kostra” adlı bir yahudi

hanımın menzili


103 Aynı mahalle -Beş yahudi

-“Komnati” adlı hıristiyan bir hanıma âit olmak üzere 6 menzil


104-106 Aynı mahalle’de Balık Hıristiyan ve Yahudilere âit 12 Pazarı yakınında menzil


134 Hızır Bey Çelebi Mahallesi Bir kilise ile üç dükkan vardır. Birbiri- ne bitişiktir ve kilise Fâtih vakfıdır.


166 Lis (Lips) Manastırı Mahallesi Hıristiyan Aleksi’nin mülkü-Fâtih Vakfı bir kilise mevcuttur.


Nüfus artışı Bayezıd II ile Kanunî Süleyman I zamanlarında daha da hızlanmış, ancak bu dönemlerde müslümanlardaki artış sebebiyle türkleşmede de gözle görülür bir ilerleme kaydedilmiştir. Buna rağmen XVII. yüzyılın ortasında nüfusun çoğunluğunun ikâmet ettiği İstanbul surlarının içinde yalnızca Türkler bulunmuyor, aynı zamanda Rum, Ermeni ve yahudiler de oturuyorlardı. I. Selim (Yavuz) ve I. Süleyman (Kanunî)’ın fetihleri sonucu başkente zanaatkâr veya sanatkârlar ya kendi istekleri ile gelmişler veya getirilmişlerdir. Meselâ II. Bayezıd tarafından Moldovyalılar, I. Selim tarafından da Tebriz ve Kafkasya’nın belli bölümlerini fethettikten sonra seramik sanatçıları ile aynı şekilde Suriye ve Mısır’dan da yine zanaat ve sanatçılar İstanbul’a sevk edilerek yerleşmelerine imkân sağlanmıştır.

Kanûnî devrinde de Belgrad’ın alınmasından sonra, Yedikule yakınlarındaki Belgrad kapısına Sırplar yerleştirilmiştir. XVI. yüzyılın ortalarında İspanya’dan müslümanlardan bir grup Galata’ya gelmişlerse de burada tutunamamışlardır. Buna rağmen, İstanbul’un câzibesi müslüman, hıristiyan ve yahudileri buraya çekmiştir. Nitekim Selânik ve Safed yahudileri; Tokat, Sivas, Kayseri, Bursa ve Amasra Ermenileri ile Mora ve Adalar Rumları İstanbul’a gelip yerleşenlerden bazılarıdırlar. 1550’li yıllarda Sinan Paşa’nın özel hekimi Villalon’lu Cristobal Osmanlı başkentinde 40.000 hıristiyan, 4.000 yahudi, 60.000 Türk evi ve bunların dışında da 10.000 banliyö evi bulunduğunu haber vermektedir(162). Bu durumda müslümanların oranı %57.7, gayr-i müslimlerin ki ise %42.3 olarak görünmektedir. Bu oran, üç aşağı beş yukarı böylece on dokuzuncu yüzyıla kadar devâm edip gitmiştir dense, mübalağa edilmemiş olur.


d) Diğer Şehir ve Köylerde Gayr-i Müslimler

Osmanlılar tarafından fethedilen, özellikle daha önceki nüfus yoğunluğu gayr-i müslimlerden oluşan şehirlere, yeni bir unsurun daha gelmesine yol açıyordu. Bu unsur da genellikle Türkler oluyorlardı. Böylece Müslüman Türkler’le bu şehirlerde yaşayan önceki halkından gayr-i müslimler bir arada yaşamaya devam ediyorlardı. Hatta bu şehirlere sâdece müslüman Türkler gelip yerleşmiyorlar, aynı zamanda hıristiyan rum, ermeni ve diğer unsurlarla yahudiler de gelerek yerleşiyorlardı. Buna bir örnek olmak üzere, halkı gayr-i müslim olan Gelibolu’nun fethinden sonra, burayı fetheden Süleyman Paşa, babası Orhan Gâzî’ye; “...Şimdi böylece bilin ki, burada fetholunan hisarlara, memleketlere mamur olmaları için müslümanlardan çok adam gerek. Bundan dolayı bu fetholunan hisarlara koymak için yarar gâzi yoldaşlardan gönderin” diye haber göndermektedir(163). Hatta yer yer Anadolu’daki diğer Osmanlı şehirlerindeki müslüman Türk halkı ile, bu yeni fethedilen şehirlerdeki gayr-i müslim halkın yer değiştirmek suretiyle, müslümanlarla gayr-i müslimlerin yine de bir arada yaşayabilecekleri tedbirlerin alındığı görülmektedir.

Buna rağmen Osmanlılar’ın yerleşme politikasında Rumlar’ın tehcire tâbi tutulduklarını görmüyoruz. Meselâ Bursa, Edirne ve İstanbul ile bu şehirlerin çevrelerinde bulunan diğer Osmanlı şehirlerinde de böyle bir tehcir hâdisesine, bir iki istisna dışında rastlanmıyor. Aksine sözü edilen bu şehirlerle diğer şehirlerde ve bunların çevresindeki kazalarda son zamanlara kadar Rum nüfusun varlığı, hatta bazılarında çoğunlukta olduğu bilinmektedir.

Köylerde de aynı siyâsetin takip edildiği bilinmektedir. Müslüman nüfusa sâhip köyler yanında, Rumlar’ın oturduğu köyler de vardı. Bu köylerin bazıları müstakıllen Rum nüfusa sâhiptiler. Bazıları da Türklerle karışık olarak bir arada yaşıyorlardı. Hatta bazı köyler, meselâ Bursa’da görüldüğü gibi aynı adı taşıyorlardı: “Yenice-i Müslim, Yenice-i Kâfir, Sölöz-i Müslim, Sölöz-i Kâfir’de olduğu gibi aynı ismi taşıyor, fakat farklı dinden insanları barındırıyorlardı.”(164)

Edirne köylerinde de müstakıllen müslüman ve hıristiyan nüfusa sâhip köyler var olduğu gibi, müslümanlarla hıristiyanların karışık olarak yaşadıkları köyler de vardı. Edirne köylerinde yahudi nüfusa rastlanmaması, bu unsurun daha çok ticaret ve sanata önem vermeleri sebebi ile tarıma dayalı köy hayatına yönelmediklerini akla getirmektedir.

Bu şehir ve köylerdeki yerleşme de, Osmanlı idâresinin başlangıcından itibaren görülen ortak özellikleri tespit etmek gerekirse şöyle bir sonuca varılabilir:

1. Şehirlerin yerli halkı, Rum veya Ermenilerden oluşuyorsa, bunlar genellikle muhâfaza olunuyor, ayrıca müslüman-Türk nüfus bu şehirlere yerleştiriliyor. Ancak, çoğunlukla ayrı mahalleler oluşuyor.

2. Şehirlerde müstakil mahalleler yanında, karışık mahallelere de rastlanıyor. Daha çok mâbedlerin çevresinde oluşan mahallelerde oturanların, mensup oldukları dinin mâbedine göre yerleşmiş oldukları görülüyor.

3. Önceki yerleşme yerleri göz önüne alınarak, şehrin eski halkı yerlerinde ikâmete devam ettikleri için boşalan evlere yerleştirilen yeni sâhipleri ile de karışık mahallelerin oluşmasına sebep olunuyordu.

Onun için Osmanlı şehirlerinde, yoğunluk olarak farklılık arz etse de hemen her mahallede, her ırktan insana rastlanacağı gibi, farklı dinlere veya mezheplere bağlı kimselerin de aynı mahallede bir arada yaşadığı görülecektir.

4. Köylerin ise çoğunlukla eski sâkinlerine dokunulmadığı için, gayr-i müslimlerin mevcudiyetlerini oldukları gibi korudukları görülmektedir. Buna karşılık, bazı köylerde de ya karışma olduğu, ya da müstakil yeni köyler kurularak müslüman Türk nüfustan oluşan, yeni köylerin ortaya çıktığı oluyordu.

2. Osmanlı Devletinde Gayr-i Müslim Unsurlar ve Mâbedleri

Arşiv vesikalarında veya Osmanlı tarihine dâir çeşitli eserlerde, daha çok hıristiyan unsurlar için, “kâfir”, “kefere”, “gebrân”, “nasârâ” ve “İsevî”gibi deyimler kullanıldığı, yahudilere de “musevî” veya “yahudi” denmekte olduğu görülmektedir. Her iki cemaatı birlikte ifâde etmek için “zimmî” veya “ehl-i zimmet” dendiği bilinmektedir.

Bu adlar altında gösterilen ve Osmanlı coğrafyasında yaşayan gayr-i müslimleri üç ana grupta toplamak mümkündür:

1. Hıristiyanlar

2. Mûsevîler (Yahudi)

3. Sâbiîler

Bunlardan Hıristiyanları da iki grupta ele almak gerekir: Katolik olanlar, Katolik olmayanlar. Daha çok Haçlı seferlerinden sonra yayılmaya başlayan katoliklik, Ermeniler, Gürcüler ve Süryâniler ile diğer bazı etnik unsurların mezhebi olmuştur. Bunlar Osmanlı coğrafyasında dağınık bir yayılma gösterirler.

Katolik olmayanlar katoliklere göre daha düzenli bir dağılım gösterirler. Bunların başında Ortodokslar gelir. Çoğunlukla Marmara, Ege kıyıları ile Doğu Karadeniz kıyılarında yerleşen Rum ve yunanlıların oluşturdukları Ortodoks hıristiyanları, aynı zamanda Kıbrıs ve Girit gibi adalarda da oturmaktaydılar. Mora yarım adası ile Teselya, Ortodoksların çoğunlukta bulundukları bölgelerdir. Katolik olmayan ve çoğunlukta ikinci sırayı alan Ermeniler Osmanlı coğrafyasının hiçbir yerinde çoğunluğu teşkil etmemişlerdir. En düzenli gayr-i müslim topluluk olarak Süryâniler kabul edilir. Bunlar da Ermeniler gibi hiçbir yerde çoğunlukta değillerdi. Diğer katolik olmayan hıristiyanlar arasında, Keldâni, Mârûnî, Melkit, Mandei ve Nasturîler daha çok Mısır, Suriye, Irak ve İran bölgelerinde dağınık olarak yaşıyorlardı(165).

Gayr-i müslim unsurlardan Musevîlere gelince, bunların çoğunlukla önemli ticaret merkezlerinde toplandıkları görülür. Dünyanın her yerinden kovulmuş olmalarına rağmen sâdece Osmanlılar tarafından kabul gören Musevîler, dünyanın hiçbir yerinde Osmanlılardan gördükleri himâyeyi görmemişlerdir. Bu himâyeyi anlatan bir yahudi yazar şu ifâdelerle himâyenin boyutlarına dâir de bir örnek vermiş olmaktadır: “Osmanlılar, memleket dahilinde yahudileri hıristiyan unsurlara karşı da himâye etmişlerdir. Eskiden beri hıristiyanlar yahudilerin, hamursuz bayramlarında hıristiyan kanı akıtıldığı kanaatiyle, yahudiler aleyhine ayaklanırlardı. Osmanlı hükümeti bu iftirânın aslı olmadığını ilân ederek, aynı zamanda yahudilere karşı ayaklanmalara izin vermiyerek, yahudileri de himâyesi altına almıştır”.(166)

Sâbiîler ise, Kur’an-ı Kerim’de, kendilerinden Yahudi ve Hıristiyanlarla birlikte üç yerde bahsedilen (el-Bakara (2), 62; el-Mâide (5), 69; el-Hac (22), 17), Yahudilik ve Hıristiyanlıkla İslâmiyetin dışında başka bir dine mensup olan inanç sahipleri olarak kabul edilen kimselerdir. Bunlar Harran Sâbiîleri olarak da anılırlar. Ayrıca el-Cezire bölgesinde de Mandeenler yaşamaktadırlar. Her iki kol vaftizcilik temelinde birleşmekle birlikte, Mandeenler yahudiliğe, Sâbiîler hıristiyanlığa daha yakın görünürler.

XIV. yüzyıldan itibaren yavaş yavaş genişleyerek, Asya, Avrupa ve Kuzey Afrika’da geniş bir coğrafyaya yayılan Osmanlı yönetimi altında yaşayan halk arasında; müslümanların yanısıra diğer din mensuplarının da var olduğu görülmektedir. Hatta bu gayr-i müslim unsurun varlığı, müslüman nüfusta görüldüğü gibi Osmanlı coğrafyasında gittikçe artan bir yoğunluğa ulaşmıştır. İşte bunların yaşadıkları, ikâmet ettikleri bölgelerde, özellikle de şehir veya köylerde, kendilerine âit mâbetlerinin bulunduğu bilinmektedir.

Bilindiği gibi İslâm tarihinin ilk döneminden itibaren mâbetler, kutsal mekânlar olarak kabul edilmiş yerlerdir. Hz. Peygamber devrinde bu anlayışın mevcut olduğu görülüyor. Hz. Muhammed (a.s.)ın Necran hıristiyanları ile yaptığı anlaşmada, “Necrânlılar ve tâbileri için, malları, din ve cemaatleri, kiliseleri ve mâlik oldukları diğer şeyler hususunda Allah’ın himâyesi ve Muhammed’in teminatı vardır.”(167) ifâdesi yer almaktadır. Bu anlayış bundan sonraki müslüman devletlerinde de uygulama alanı bulduğu içindir ki, bütün İslâm dünyasında câmilerin yanında yahudilerin havraları ile hıristiyanların kiliseleri de var olagelmiştir.

İşte Osmanlı devletinin hâkim olduğu yerlerde de aynı anlayış sebebiyle mâbedlere dokunulmamış, hangi din mensupları varsa, o dinin mâbedi orada ayakta kalabilmiştir. Burada birkaç misal vererek, gayr-i müslimlere âit mâbedlerin nasıl korunduklarını görelim.

a) Havralar

Yahudilerin mâbetleri olan havralar, daha çok şehirlerde bulunmaktaydı. Çünkü yukarıda da işaret ettiğimiz gibi yahudiler köylerden çok şehirlerde yaşamaktaydılar. Bundan dolayı şehirlere yerleşen yahudiler buralarda kendileri için havralar inşa ederek ibâdetlerini yerine getirmişlerdir.

“Türk Hâkimiyetinde Mûsevîler” adlı makâlesinde İlyas Bey, Bursa’ya Osmanlılar’ın fethinden sonra, hem daha önce Bursa’dan ayrılan yahudilerin geri döndüklerini, hem de Bizans’ın baskısından bunalan diğer yahudilerin Bursa’ya geldiklerini belirtmektedir. Zira Orhan Gâzî, yukarıda da işaret olunduğu gibi, şehri şenlendirmek düşüncesiyle komşu devletlerdeki halka çağrıda bulunmuş, bu çağrıya uyanlar gün geçtikçe artmıştır. İşte bunlar arasında bulunan yahudiler bir cemaat oluşturunca havraya ihtiyaçları olduğu için Orhan Gâzi bir fermanla kendilerine bir havra yapma izni verdiğinden, bu havra civarında aynı zamanda bir mahalle oluşturmuşlardır(168).

Edirne’de XVI. yüzyılda sekiz cemaat halinde bulunan yahudilerin ibâdetleri için havraları olduğunu da düşünmek gerekir. Aynı şekilde İstanbul’da da eskiden beri kalabalık bir mûsevî cemaati olduğunu biliyoruz. Onun için Bizans devrinde şehrin içinde birkaç havranın olabileceği, bunların Osmanlılar devrinde de muhafaza edildikleri rahatlıkla söylenebilir. Ayrıca, Bizans devrinde pek rahat bir hayatları olmadığı bilinen yahudiler, Osmanlı idâresinde İstanbul’un içinde ve etrafındaki mahallelerde yerleşerek havralar inşa etmişlerdir.

Asılları Hazar Türklerinden geldiği bilinen Türkler’den mûsevîliği kabul etmiş bulunanların Bizans devrinden itibaren İstanbul ve Galata’da ayrı havraları vardı. Bunların son dönemlere kadar Balat-Fener ve özellikle Hasköy semtlerinde toplu olarak yaşadıkları, ayrıca İspanya’dan gelen mûsevîlerin de, Balat, Hasköy, Ortaköy ve Kuzguncuk’a yerleştirildikleri bilinmektedir.

İstanbul’un merkezinin dışındaki havraların çoğunluğu, Hasköy, Galata, Beyoğlu ile Boğaziçi (Kuzguncuk), Kadıköy ve Adalarda bulunmaktadır.

Osmanlı şehirlerinde gerek önceki dönemlerinden kalma, gerekse Osmanlılar zamanında yahudi cemaatinin bulunduğu mahallelerde havraların varlığı görülmektedir. Zaman zaman da havraların ve sinagogların tamir edildiği, yanan veya yıkılanların yerine de yenilerinin inşâ olundukları, h.1104/m.1693, h.1154/m.1741 ve h.1168/m.1754 tarihlerinde gönderilen fermanlardan anlaşılmaktadır(169). Bu fermanların ilkinde havraların; “...vaz’ı kadîmi olmak üzre tecdid ve tamirine bazı kimesneler mâni olup celb ü ahz içün kadîmî olan keniseleri vaz’ı kadîmî üzre tecdid ve tamir olunmak meşrû idüğine...” demektedir. Bundan anlaşılıyor ki bir kilise ve havra eski haline uygun olarak yeniden yapılabilir veya tamir edilip onarılabilir. Ancak, XVII. yüzyılda bu duruma müdâhale edip tamir veya yapımına engel olmak isteyenler görülmektedir. Pâdişah bu duruma mani olmak üzere Rumeli ve Anadolu kazaskerleri ile İstanbul kadısına bir hüküm göndererek bu konuda titizlik gösterilmesini istemektedir.

b) Kiliseler

Değişik hıristiyan mezheplerine mensup olan hırıstıyanların mâbetlerine Anadolu’nun ve diğer Osmanlı coğrafyasının hemen her bölgesinde rastlanmaktadır. Bazan bunların sayısının, aynı şehirde birden fazla olması oradaki hıristiyan nüfusun yoğunluğu ile ilgilidir.

Osmanlılar, yeni fethettikleri şehirlerde fetih sembolü olarak bir kiliseyi câmiye dönüştürerek, diğerlerini olduğu gibi muhâfaza ile o kiliselerde ibadete devam olunmasını temin ediyordu. Türkiye Selçukluları veya diğer müslüman devletlerin yönetiminden devraldığı şehirlerdeki kilise ve diğer mâbetlerin de ayakta kalmaları Osmanlıların bu şehirlerde de aynı siyâseti devam ettirdiğini göstermektedir.

Nitekim bundan önceki bölümde de Osmanlı şehirlerindeki mahallelerin, mâbetlerin çevresinde genişleyerek oluştuklarına işaret etmiştik. Câmilerin çevresine yerleşenler olduğu gibi, kiliselerin veya havraların etrafında da bağlılarının yerleştikleri mahallelerin mevcudiyeti Osmanlı şehirlerinde bu mâbedlerin sayılarının nüfus yoğunluğuna göre arttığını veya eksildiğini ortaya koyar.

Bütün Osmanlı şehirlerine örnek olmak üzere, İstanbul’daki yerleşimi göz önüne alırsak, her ne kadar müslümanlarla hıristiyan veya yahudiler belli bir alanda sâdece bir bölgede yoğunlaşmamışlarsa da, kiliselerin bulunduğu mahallelerde XVII. yüzyıl İstanbul’undaki kiliselerin mevcut olduğu semt ve mahalleler bize bu durumu teyit edici bilgiler vermektedir. Ermeniler’e ait dokuz kilisenin İstanbul’un iç ve dış mahallelerinde yerleştikleri yerleri, Rumların da neredeyse sayısı 40’a ulaşan kiliselerinin mevcudiyeti, onların da kiliselerin bulunduğu mahallelerde yerleşmiş olduklarını gösterir(170). Hatta aynı mahallede birden fazla kilisenin varlığı oradaki yoğunluğun daha fazla olduğunu ortaya koyar. Meselâ Samatya’da 6-7 tane, Kumkapı’da 3 tane, Fenerkapısı’nda 2 tane, Galata ve Yeniköy’de de 3’er tâne kilisenin mevcudiyeti aynı semtte birden fazla kilisenin mevcut olduğunun en açık örneği olarak kaydedilebilir.

Osmanlı yönetiminin, kiliselerin tamiri ve yeniden yapılmaları ile ilgili siyâsetlerini ayrı bir sonraki bölümde ele alacağımızdan burada bu kadarla yetinmek istiyoruz. Ancak, kiliselerin çeşitli bahânelerle, mensuplarının ellerinden alınacağına dâir uygulamanın da bir örneğini burada zikretmeden geçemeyeceğim.

Karadeniz Boğazı fenerindeki bir kilisede yeniçerilerden birinin ezan okuyarak, bu kilisede ezan okunduğu ve namaz kılındığı gerekçesi ile kilise zaptolunarak, hıristiyanların ibâdetlerine engel olunmak istenir. Bunun üzerine, eskiden beri onların ibâdet edegeldikleri bir kilisede ezan okunmak sûretiyle, kilisenin mescid olamayacağı ve dolayısıyle bu kilisede kılınan namazın da kabul olmayacağı belirtilir. Bunun üzerine hıristiyan ahâlinin de burada ibadetlerine mâni olunmaması yolunda tedbirler alınması istenen fermanda, kilisenin hakiki sâhiplerine verilmesi gerektiği belirtilmektedir. Zira bu, eski tarihten beri böyle olagelmektedir denilmektedir(171).